Mozart’ın bestelerinin, senfonilerinin ve konçertolarının bu kadar ünlü ve muhteşem eserler olmasında hiç kuşkusuz Viyana’nın önemli bir etkisi var. Bu sanat ve tarih kokan şehre gitmeden önce bende uyandırdığı algı: Masif binalar, saraylar, şaşaa, kulaklarda çınlayan klasik müzik… Bu nedenle beklentim de bu yöndeydi. Gördüklerim, düşündüklerimin sadece ufak bir kısmıymış. Şehrin her yerinden sanat fışkırıyor. Heybetli binalar ancak bu kadar estetik olabilir herhalde. Saraylar, sokaklar ve hatta parklar bile sanki tarihi bir film çekiliyormuşçasına hazır bir film seti gibi. O döneme aitmişsiniz gibi hissettiriyor. Tek eksik; etrafta gezinen işlemeli, dantelli kostümler içinde olan lüle lüle saçlı insanlar. Güzel hayaller kurmayı kim sevmez.
Kiralık arabamızla Lübliyana’dan yol alarak sorunsuz bir yolculuk sonrası kalacağımız odamıza gece vardık. Güzel bir uyku sonrası artık Viyana’yı gezmeye hazırdık. Şehir içinde genellikle otobüs ve metroyu kullandık. Elbette sorunsuzdu. İlk durağımız Hundertwasserhaus oldu. Viyanalı sanatçı Friedensreich Hundertwasser binayı bir tuval olarak kullanmış sanki. Rengarenk boyalı hali gerçekten ilginç. Binanın içine girilmiyor. Sokaktaki banklarda oturup detay detay inceleyip, fotoğraflayabilirsiniz.
Hemen karşısındaki Kalke Village da aynı sanatçı tarafından ilginç bir şekilde yapılmış. İçine girdiğinizde sanki yine sokaktaymışsınız ya da Kalke Köyü’ndeymişsiniz izlenimi verilmiş. Çarşıda hediyelik eşyaların satıldığı dükkanlar ve cafeler var. İçine girip dükkanlara göz atın; hatta tuvaletine de girin. Çünkü tuvalet de bu güzel sanattan nasibini almış.
Sonraki durağımız Prater oldu. Yürümekten yorulan kızımız bu lunaparkı ve Riesenrad dönme dolabını görünce koşmaya başlamıştı bile. Riesenrad 1897 yılında inşa edilmiş ve şehrin simgesi haline gelmiş. 65 metre yüksekliğe sahip dönme dolap, bir turunu 20 dakikada tamamlıyor ve size de şehrin keyfini çıkarmak kalıyor.
Stephansdom şehrin önemli bir katedrali. Gotik tarzıyla hemen dikkat çekiyor. 343 merdiven çıktıktan sonra Viyana manzarasıyla baş başasınız. Biz kızımızla o kadar merdiveni çıkmayı göze alamadık bu sefer.
Günün geri kalanını Viyana sokaklarında geçirdik. Çoğunlukla yürüdük ancak miniğimizi fazla yormamak için merkez hatta giden bir otobüse bindik ve tarihi dev binaları bu otobüs hattı boyunca gördük.
Parlamento Binası
Viyana Belediye Binası
Viyana saray cenneti bir şehir. Tüm gününüzü saraylara adayabilirsiniz. Tüm saraylar iç dekorasyonu, bahçe dizaynı ve tüm donanımlarıyla gerçekten saray gibi. Sarayın elbette saray gibi olması gerekiyor diye düşünebilirsiniz; ancak sadece saray olduğunu bildiğimiz ve dört duvardan ibaret çok yapı olduğunu düşünürsek Viyana’yı ayrı tutmak gerekiyor. Hofburg Sarayı merkezde bulunuyor. Schönbrunn ve Belvedere imparatorlukta kullanılan diğer saraylardan. Hepsinin çok ihtişamlı olduğunu bilmelisiniz. Biz zamanımızı sadece Schönbrunn Sarayı’ndan yana kullandık.
Hofburg Sarayı
Hofburg Sarayı’nın hemen yakınında İspanyol Binicilik Okulu bulunuyor. 400 yıllık tarihi bulunan okulda klasik bir dresaj izleme fırsatınız olabiliyor. Okulun çevresinde turlayan eğitimli ve gözde atları görebileceğiniz gibi turlama imkanınız da var. At arabasına binmeseniz bile orada birkaç dakika durun ve saray duvarlarından yankılanan ritmik nal sesleri eşliğinde etrafı seyre dalın derim ben.
Schönbrunn Sarayı’nı ertesi gün gezdik. Sarayın bahçe alanı oldukça geniş bir alanı kapsıyor. Tarihteki ilk hayvanat bahçesi de bu sarayın park alanı içinde bulunuyor. Yani hayvanat bahçesi de tarihi. Gezmek kesinlikle çok eğlenceliydi. Küçük çocuğuyla birlikte gezen aileler için bu tip ilgi çekici yerleri geziye dahil etmek gerekiyor. Hem çocukların motivasyonunu artırıyor, hem de eğlenceli bir aktivite yapmış oluyorlar.
Hayvanat bahçesi sonrası sincaplar eşliğinde parkın içinden saraya doğru yürüdük. Başınızı ne yana çevirseniz tam bir estetik harikası. Keyfini çıkarın.
Çiçekli bahçelerin arasından yürürken karşımıza çıkan Schönbrunn Sarayı’na, daha içini görmeden hayran kalmıştık bile. Suni göl, düzenli rengarenk bahçeler ve etrafta gezinen at arabaları ile saray atmosferini hissederken içeri girmek için sabırsızlanıyorduk. Schönbrunn, oldukça büyük bir saray ve her odası dopdolu. Hızlı gezmeye çalışmayın. Audio guide kiralayarak bulunduğunuz odanın nostaljisinin keyfini çıkarın. İhtişamlı odalarda kullanılan Osmanlı’dan kalma eserlere ve eşyalara hayran kalacaksınız. İçeride fotoğraf çekimi maalesef yasak.
Saray için satın alabileceğiniz farklı özellikte biletler var. Bahçelerde gezmek ücretsiz. Bunun dışında maze denilen labirenti ve Gloriette’i de gezmek istiyorsanız gişeden buna göre bilet almalısınız. Maze saray bahçelerinin içinde.
Gloriette bizi oldukça zorladı açıkçası. Bahçeden yürüyerek tırmanıyorsunuz ve bu mesafe hiç de azımsanacak kadar değil. Kızımızın öncesinde hayvanat bahçesinde oldukça ayakta kaldığını ve koşturduğunu düşünürsek, Gloriette’e ulaşma çabası çocuğun tüm motivasyonunu bitirdi diyebilirim. Çıkmayı başardığınızda ise sizi harika bir manzara bekliyor. Değer mi? Elbette. Ancak iniş için de yürümek zorunda olduğunuzu bilmelisiniz. Gloriette’de bulunan cafede biraz dinlendikten sonra bu sefer farklı bir yolu tercih ederek aşağı inebilirsiniz. Yan taraftaki ağaçların arasından aşağı uzanan bir yoldan kendinizi metroya atabilirsiniz.
Viyana’da yeme-içme için tavsiye edeceğim iki adres var. Bunlardan birincisi bir pazar: Naschmarkt. Pazarın genelini sebze-meyve tezgahları dolduruyor. Yürüdükçe envai çeşit peynirle doldurulmuş domatesler, kuru patlıcanlar, çeşit çeşit dev zeytinler, ahtapotlar, kalamarlar, içi cevizle dolu hurmalar, incirler gözünüzü cezp ediyor. Bu noktada, iş pazarda gezmekten çıkıyor ve biran evvel bir yere oturup bu lezzetlerin tadına bakmak için sabırsızlanıyorsunuz. Restorandan bozma ufak bir satış tezgahının arkasında bir şeyler atıştırmaya karar verdikten sonra, yüksek taburelere oturduk. Tezgahtan istediğimizi seçtik. Hatta abartmış bile olabiliriz. Bu renkli yiyecek sergisindeki her şeyi merak edip, tatmak istiyorsunuz. Seçtiklerimizi birer kadeh kırmızı şarapla da taçlandırınca değmeyin keyfimize. Bazen alelade bir yerde aldığınız keyif, lüks restoranlardakinin çok üstünde olabiliyor. Pazarda çok fazla Türkçe bilen var. Pazar günleri Naschmarkt’ın kapalı olduğunu da belirteyim.
Ünlü Viyana şnitzelini yemek için kendimizi Figlmüller’e sakladık. Bir Viyana klasiği olan Figlmüller’de günün her saati sokağa taşan sırayı görebilirsiniz. Rezervasyon yaptırarak gitmekte fayda var. Figlmüller’in iki şubesi var. Biri Wollzeile’de, bir diğeri ise Backerstrasse’de. Biz akşam saatlerinde gittik. Bir süre sırada bekledikten sonra sıcacık restorana girmiştik. Servis kesinlikle çok hızlı. Zaten ne yiyeceğiniz belli. Şnitzeli sadece domuzdan ve tavuktan yapıyorlar. Dana etinden şnitzel diye bir şey yok yani. Masaları genelde bizim gibi turistler dolduruyor. Şnitzellerimiz geldiğinde önce gözümüz doydu çünkü çok büyüktü. Sonrasında ağzımızda bıraktığı lezzet gerçekten tüm övgüleri hak ediyor. Yanında salata ve kendi üretimleri olan bir beyaz şarabı tercih ettik. Yine kendi üretimlerinden elma suyunu ben çok beğendim ve şnitzelin yanına da çok yakıştırdım.
Viyana’da içimde ukde kalan tek şey ünlü filarmoni orkestrasını dinleyememek ya da opera izleyememek oldu. Küçük kızımızın biraz daha büyümesi gerekiyor. Gezdiğiniz yerde herhangi bir sanatsal aktiviteye dahil olduğunuzda daha bir keyifleniyor insan. Sanata ve sanatçıya değer veren insanlarla birlikte izlediğiniz herhangi bir gösteri şehri tamamlıyor bence. Sonra opera veya tiyatro sonrasında o şık kıyafetlerle metro, tramvay veya otobüs beklemiyor musunuz? İşte Avrupa’dasınız demektir.
hhy’nin birkaç eklemesini de okuyayım dersen:
Öncelikle Naschmarkt’a kadar gelenlere, Linke Wienzeile kaldırımlarına dikkatli bakmalarını önerebilrim burada Mozart’ın ve Salieri’nin izlerini sürmek mümkün.
Linke Wienzeile’den kuzey doğu yönüne doğru ilerlediğinizde karşılaşacağınız Karlsplatz metro istasyonları da ilgi çekici.
Karlsplatz’ın biraz ilerisindeki St Charles kilisesi ise oldukça ihtişamlı. Buraya özellikle gece gelmenizi ve sokak müzisyenlerinin melodileri eşliğinde minibüs-bardan alacağınız içeceğinizi yudumlarken sudaki yansımaları izlemenizi salık veririm.
Buraya kadar gelmişken Wien Museum’a uğramak ve I. ve II. Viyana kuşatmalarına ait kalıntıları ve açıklamaları görmek “ah be Kara Mustafa Paşa” ya da “yav şu prens Eugene olmasaydı herşey çok farklı olabilirdi” demenize yol açabilir. Bilmeyenler ya da unutanlar için hatırlatmak gerekirse Kara Mustafa Paşa, İstanbul’un fethine benzer şekilde şehri yakıp yıkmadan almak için kuşatmaya alıyor ve içerdekileri teslim olmaya zorluyor. Şehir teslim olsun diye beklerken yardıma gelen Savoy Prensi Eugene, Osmanlı’yı bozguna uğratıyor. Ödül olarak da sarayı kapıyor tabii. Belvedere Sarayı’da sadece birkaç yüz metre ileride. Görmeye değer.
Sevgili sez’in yazının başında bahsettiği Hundertwasser’in eserleri ise gerçekten ilginç. Hundertwasser House’un yakınlarındaki Hundertwasser Müzesi’de kesinlikle görmeye değer. Buranın iç dizaynı da oldukça orijinal. Severek gezdiğim müzelerdendir. Hundertwasser’i severseniz ve vaktiniz de varsa şehrin dışındaki koca fabrikanın Hundertwasser’in dokunuşuyla kavuştuğu sevimli hali de görmeye gidebilirsiniz.
Viyana’da konser,opera gibi kültürel aktiviteler oldukça fazla ancak Vienna Concert House gibi tarihi yerlerde bir dinletiye katılmak istiyorsanız rezervasyonunuzu birkaç ay önce yapmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Onun dışında Museum Quarter’daki aktivitelere günlük bilet bulmak daha kolay olacaktır. Tabii biraz arkalardan olabilir yeriniz (bkz. aşağıdaki 2. resim) yine de buna değecektir.
Tabii bir de Vienna’nın cafelerinden bahsetmeden olmaz. Cafe Central, Cafe Prückel ya da Cafe Hawelka’da bir kahve içmeden ayrılmayın. Eee Zacher yemeyecek miyiz? Onu da bu tatlının keşfedildiği yer olan Hotel Zacher’in pastanesinde yerseniz sizden iyisi yok.